TÜRKÇE

CIMG0936Türk cumhuriyetlerinde iktidara milli-demokratik yöndeki toplumun gelmesi lazım

(Norveç’in Drammen vilayatindeki Ülküculer hereketi kurultayında okunmuş nutk)

Aziz biraderlerim,

Bugünlerde Türkçülük yükünü omuz ve kalblerinde taşıyan biraderlerimizin gözlerinde biraz yorgunluk ve biraz telaş ve birazcık şubhe ve tereddüd görüyoruz. Bugün Türkçüler safında on yıllar öncesindeki ruhi seferberlik ve ruhi ‘yükselmelerle’, o debdebe ve talatumları göremiyoruz. Sovyet imparatorluğu yıkılırken, beklediğimiz vakalar – Turan yerleri ve halklarının Türk milliyetçilığı önderliginde bir-birine telpinerek yola çıkmaları ile ilgili umutlarımız gercekleşemedi, maalesef.

Sovyetler birliği yıkılınca, ilk defa Türkistan yerlerine ayak basan milliyetçi kardeşlerimiz oraları gezerken, bir tereddüt içinde kaldıklarını gormüştüm.Özellikle, 1991 da Almanya’dan gelen bir ülkücü dostumuz memleketi iki hafta gezip, başkent Taşkent’e dondükten sonra, ondan ‘durum nasıl?’ diye sorduğumda onun söylediği tek cümle: ‘halk uyuyor’ oldu. Aradan 13 sene geçti, ama maalesef, durum değişmedi, halk hala uyuyor, hatta ekonomik sıkıntılarla onun uykusu daha da derinleşti. Bu uyku sıradan bir uyku değil, şuur uykusudur.

Bugün Türk cumhuriyetleri Sovyet imperializminden kurtulmuş ve siyasi olarak serbest olsalarda, Sovyet zihniyetinden kurtulamamışlardır. Çunkü, Sovyetler Birliği dağıltıktan sonra sovyet ideolojisinın yerini alabilecek bir ideoloji bulamadılar, daha doğrusu hala iktidarda olan kommunist kuralları halkın kendisini sefaletten kurtaracak bir ideoloji bulmasına yol vermemişlerdir. 1990 senesinde kurulmuş olan, Türk milliyetçiliği ve demokrasi gayeleri ile meydana çıkan bizim ERK Demokratik Partisi ise memleket içinde sadece 3 sene serbest faaliyet yürütebildi, onun geri kalan 11 yıllık faaliyeti hükümet baskıları ve terrörü altında geçmiştir. Yani, parti gayelerini halk içinde geliştirmek için fırsat çok az oldu. Birçok elemanlarımız hapislere atıldı, bir çoğuna iskenceler yapılarak öldürüldü ve bir kısmı da hapishanelerde hastalıklardan öldü, yine bir kısmı da memleketi terk etmeye mecbur oldu. Ama Parti mücadelede devam ediyor ve biz istikbala umutla bakıyoruz.

Halkın derin uykudan uyanmasi için geniş cephedeki marifi hareket yaratılması lazım. Halk kendi özlügünü anlayıp yetmesi lazım. Aynı hareket aynı anda diğer Türk cumhuriyetlerinde de yürütülmesi ve cumhuriyetler arasındaki alakalar güçlendirilmesi lazım ki, Türk uluslari bir-birini tanısın. Taki, Türkiye türkleri 1922 yılında Mustafa Çokay’ın yazdıgı gibi: “Kırgızlar müslüman mı?”, ya da “Özbeklaer hangı dilde konuşuyorlar?” diye sormasınlar.

Mevcudiyeti sadece bir kaç ay süren Turkistan muhtariyatınin başkanı Mustafa Çokay 1922 yılında Fransa’daki bir dergide yayınlanmış Enver Paşa’nın Türkistan’da yürüten faaliyeti hakkındaki bir makalesinde: “Türkiye Türklerin kendi ata yurdu Türkistana kendilerinin ayrı geçen bütün tarihleri devamında sadece bir defa, 1788 yılında Rusya ile Osmanlı saltanatı ortasında çıkan savaş sırasında ilgi göstermiş, Osmanlı padişahı Türkistan hanlarından ve Rusya imparatorluğu teserrüfündeki kazak uluslarından Rusya’ya karşı savaşta destek istemiş. Ondan sonra Türkiye tarafındfn Türkistan’a başka ilgi gosterilmemiş”, diye yazdı.

Ama bugün durum değişti, geçen asrın son on yılı içinde Türk cumhuriyetlerinin bir-biri ile ilgisi misli gorülmemiş dereceye yetti, hatta merhum Turgut Ozal bu ilgi gosterişler heyecanı ile “21 asrı Türk asrı olacak” diye beşaret etmişti. Ama maalesef, biz heyecan ile Türk cumhuriyetlerindeki iktidarı elden vermek istemeyen kommunistleri hesaba katmamıştık. Bugün onlar sovetlerin “parçala ve idare et” prensipleri ile tüm Türk cumhuriyetlerini ezip, sömurmeye devam etmekte.

Türk cumhuriyetlerinde rus şuurlu kommunistler iktidarda iken, medeni ve siyasi alakalar hakkında konuşmak zordur. Alakaların gerçekleşmesi için Türk cumhuriyetlerinde iktidara milli-demokratik yöndeki toplumun gelmesi lazım. Bizim mücadelemiz bu yönde devam ediyor.

Maksud Begcan

2001

TÜRK OKULLARI NEDEN BITIRILDI?

Bazı dostlarımız geçenlerde Özbekistan’daki Türk okullarının neden kapatıldığı hakkında düşüncelerimizi sordular. Bu ve benzeri soruların başka dostlarımızın zihnini meşgul edebileceğini düşünerek bu soruya cevabımızı sayfamız vasıtasıyla vermeyi uygun gördük.

Özbekistan hükümeti bu okulların faaliyetlerinin durdurulmasını, bu okullar ile Özbekistan Eğitim Bakanlığı arasındaki anlaşma müddetinin bitmesiyle açıkladılar. Elbette eğer ihtiyaç daha doğrusu talep olursa bu anlaşmaların daha da uzatılması mümkündü. Ancak herhalde hükümet bunu istemez, çünkü onlar kendi faaliyet ve propagandası dışındaki mevcut veya potansiyel bu tip olması mümkün olan her türlü teşkilat veya müesseseyi bilhassa gençlerin gözünü açacak okulları kendi hudutları dahilinde görmeyi arzu etmez. Hükümet gençlerin bu okullarda demokrasi ve inanç dersleri almasından, Türkçülük terbiyesi görmesinden endişelenmekte.

Bilhassa Türklük şuuruna karşı son yıllarda Kerimov’un basın yayın organları tarafından yürütülmekte olan büyük faaliyeti hatırlayacak olursak, Türk okullarının niye kapatıldığı hususundaki suallere verilen cevaplar daha da aydınlaşır. Bugün (bunu kendimizden saklamanın hiç faydası yok) Özbekistan’ın Buhara ve Semerkant gibi şehirleri -Özbeklere değil Taciklere ait -şeklindeki söylemler her zamankinden daha yüksek söylenmekte. Bu iddiayı hatta yabancı haber organları da duyurmakta. Mesela geçenlerde BBC’nin Rusça şubesinin internet sayfasında Özbekistan devlet başkanının resmi ve bu resmin altında ise “Bütün Taciklerin atası – Islam Kerimov” yazısı yayınlandı.

Bu sayfada, Kerimov’un, Tacikistan’a seyahati hakkındaki yazıda Tacik milliyetçilerinin Özbekistan’daki Buhara, Semerkant ve hatta Surhanderya gibi eyaletlerin de Taciklere ait olduğu iddiasıyla birlikte, yine bu grubunun “Özbekistan nüfusunun üçte biri yani 7 milyonunun Taciktir” gibi mesnetsiz ve saçma fikirler yer almaktadır. Öyle ki Özbekistan’daki Tacik nüfusu hatta Tacikistan’dakinden de yani kendi ülkelerindekinden de çok imiş.

Elbette, bu gibi mesnetsiz ve dedikodu mahiyetindeki fikirlerin gittikçe yaygınlaşmasında, bugün Özbeklerin her yönden – hem manevi, hem iktisadi hem demografik hem de siyasi yönden pozisyonlarının güçsüzleşmesi sebep olmaktadır. Bu güçsüzleşmenin baş sebebi ise Kerimov rejiminin halihazırdaki gayrimilli siyasetidir.

Maksud Begcan

2000

SOYKIRIM” VEYAHUT “RUS GAYESI” HAKKINDA

 

Ruslar tuhaf bir halk. Rus fenomenini yalnızca dünyadaki diğer halklar değil, hatta Rusların kendileri de doğru düzgün anlamazlar. Rusların nasıl bir varlık olduğunu belirlemek için nice Rus fikir adamları -esasında bunların çoğu soy itibariyle Rus değildir- bütün ömürlerini ve istidatlarını harcadılar. “Sırlı Rus kalbi”; “Rus endişesi”; “Rus gayesi” hakkında yüzlerce kitap yazıldı. Ancak Rus hikayecisi Krilov’un da yazdığı gibi “Yük hâlâ dahi orada yatmakta”.

Geçenlerde “Evraziya” saytında Rus fenomenine örnek olan S. Petrov adlı bir Rus’un makalesi yayınlandı. Makalenin adı “Bu Soykırım Değilse O Halde Nedir?” olup, bu yazıda Kazakistan’daki Ruslara karşı yürütülen “soykırım”dan bahsedilmekte ve bu “soykırım”ın aşağıdaki uygulamaları anlatılmaktadır (burada kısaca örnekleyeceğiz):

1) Ülkede (yani Kazakistan’da M.B.) Rusça coğrafya adları değiştiriliyor ve orijinali Kazakça olup da Rus telaffuzuyla söylenenleri ise artık Kazak telaffuzuyla mesela “Aktyubinsk” yerine “Aktuba” şeklinde söylenmeye başladı. Bunun Ust-Kamenagorsk , Semipalatinsk, Uralsk şehirleri için de uygulandığını söylemek yanlış olmaz çünkü son iki yıl içinde ülkedeki hava durumundan haber veren programlarda bu şehirlerin isimleri de Kazakça yazılmaya başlandı.

2) Son bir yıl içinde Alma-Ata’daki sokak isimleri yalnızca Kazakça yazılmaya başlandı. Halbuki, hatta (?) Sovyet devrinde dahi sokak isimleri iki dilde yazılırdı.

3) Kazakistan Senatosu geçenlerde toplantıların yalnızca Kazakça gerçekleştirilmesi hakkında karar kabul etti, bu ise anayasanın doğrudan ihlalidir.

4) Alma-Ata’nın bazı kasabalarında aylık faturalar Kazakça gönderiliyor, sonraları bu uygulamanın öteki bölgelerde de uygulamaya konulması mümkün, ancak toplu isyanlardan korktukları için olmalı diğer kasabalarda bu uygulamayı yürürlüğe koymaktan çekinmekteler.

5) Resmi belgeler Kazakça yazılmaya başlandı.

6) Devlet organlarında Ruslara baskı yapılıyor ancak bu durum basın yayın organlarında aksettirilmiyor.

7) Şimdilerde özel şirketlerin resmi evrakları mutlaka iki dilde yazılıyor, önceden bir dilde yani ya Rusça yahut Kazakça yazılması yeterliydi.”

Işte bir Rus’un “soykırım” hakkındaki iddiaları.

Rus olmayan herhangi bir halk kendi dilinde konuşmaya çabalarsa bu Rusların fikrine göre “soykırım” olur. Yani bu mantıktan yola çıkarak şunu demek mümkündür: Bugün Rusya Federasyonu dahilinde yaşayarak, her gün yalnızca Rusça konuşup Rusça yazmaya mecbur olan 20 milyonluk Müslüman ahali de soykırım şartlarında yaşıyorlar, siz de azıcık “soykırım” yapilsanız ne olur sayın Petrov?

Esasında gerçek soykırım bugün Ruslar tarafından Müslüman Çeçenlere karşı yürütülmekte. Çeçenistan’dan gelen haberlere bakılırsa 1994’ten beri Rus ordusu tarafından 120 bine yakın sivil Çeçen öldürüldü ve bugün de bu soykırım devam etmekte.

Yaşadığı ülkenin dilini öğrenmeyi “soykırım” diye yalnızca Rusların adlandırması mümkündür. Aslında bütün mücadelesi yapılan, mahrem gösterilen “Rus gayesi” de tamamı Rusların işte böyle “medeni” vaziyeti hakkındadır. Zira kökensiz olan bir halk başka halkların kökenlerine hürmet etmez. Kökensiz halkın “vatanperverliği”, “milletperverliği” aslında onun kendi soyundan gelenlerle birlik olup, kendi medeniyetsizliği içinde kendisini yabancı hissetmeyerek “rahat” içinde yaşamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Rusların daima övünegeldiği Rus kalbinin “esrarengizliği” de işte bundan ibarettir.

Maksud Begcan

2000

Geriye bakarak ilerlenmez…

Bugün Batı dünyası ”Ermeni soykırımı”ndan bahsetmektedir ve her yerde bunun ”resmen ilan edilmesi” iştiyakı içindedir. Niçin bugün, bundan yaklaşık bir asır evvel meydana gelen, kaldı ki, daha ayrıntıları belirsiz, abartılı ve tutarsız rakamlara dayanan bir olayı bugün Bati dünyası, gündemdeki sayısız acil olayları bir yana bırakarak, muhakeme etmeye koyuldu?

Niçin şu an her dakikada Çeçenistan’da sürdürülmekte olan soykırımı hakkında kimseden ses çıkmıyor? Halbuki, Çeçen halkının 10 yaşından büyük tüm erkek ahalisini imha etmek gerektiğini Rus generali tüm dünyaya ilan etmekten çekinmiyor, üstelık, bunu hayasızca gerçekleştirmektedir de! Şimdiye kadar 250 binden fazla sivil halk katledilmiştir ve katliam halen tüm hızıyla devam etmektedir. Niçin hiç bir devlet kalkıp Çeçenlerin soykırımına uğradığını söylemiyor?

Balkanlarda (Bosna ve Kosova’da) 1990 yıllar içinde yüz binlerce Müslüman soykırım ve katliama tabi tutuldu, niçin bu halklar konuşulmuyor?! Niçin Batı Devletleri kendilerinin şahit olduğu bugünün olaylar hakkında değil de bundan neredeyse bir asır geçmişte cereyan etmiş ve belgelerde tafsilatları net olmayan olaylar hakkında ahkam kesme hevesindeler?!

Niçin Doğu Türkistan’daki Uygurların soykırıma tabi tutulmakta olduklarından kimse bahsetmemektedir? Orada her sene Uygur halkının en seçkin, istidatlı, aydın evlatları katledilmekte, hapislere atılmakta ve yok edilmektedirler. Eğer maziye bakarak bugün siyaset yürütmeye kalkışırsak, o halde biz de Ermenilerin (Armen Daşnaksutyun Partisinin) 1918’de Fergane’de, Kokan ahalisine karşı gerçekleştirdiği vahşice katliamlarını da gündeme getirelim. O zaman, 1918 Şubat ayında bir kaç gün içerisinde sivil halktan erkek-kadın gözetmeksizin, çocuk ve yaşlı demeden 10 binden fazla insan öldürülmüştü ve şehir bomboş harabeye evirilmişti. Bu katliam Fergana’nın diğer bölgelerinde de sürdürülmüştü.

Hariçte yaşamakta olan Özbek bilimadamı Baymirza Hayıt, kendisinin Türkiye’de neşredilen ‘’Basmacılar’’ adlı eserinde şöyle demektedir:

“Bir Sovyet tarihcisi raporunda şunları ifode ediyor:

….sonra Sovyet Birliklarinin sancağı altında dokuz gün boyunca şehri yağmalamışlardı. Şehrin on bölgesinden insanları, kelimenin tam manasıyla, doğramişlardı. Celladlar kurbanlarına hayvan gibi muamelede bulunuyorlardı; erkeklerin kollarını ve bacaklarını, kadınların göğüslerini kesiyorlardi. Cocuklar ise satırlarla parçacıklar haline getiriliyorlardi. Daşnaklar, Suzak, Hokand, Kışlak, Bazar-korgan köylülerini kökünden kazımışlardı. Bunlara ilaveten Fergana Vadisinde 180 köy tahrip edil-mişti… Daşnak haydutları 1918 yılında ve 1919 un ilk çeyreğinde, yerli halktan Margilan’da 7.000, Andican’da 6.000, Namangan’da 2.000 (burada Eski Şehir tamamen ateşe verilmiştir) ve Bazar-korgan ile Hokand- Kışlak arasındaki köylerde takriben 4.500 insan öldürmüşler”‘(s.38)

Bunlar bir Sovyet tarihçisinin yazdıkları… Madem bugün tarihle ilgilenenlerin sayısı artıyor, geliniz kim kime katliam yaptığı, horladığı hakkında bugün yürütülmekte olan münazaralara gene tarihçi bilim adamı Baymirza Hayıt’ın kitabından parçalar sunarak biz de katılalım. Tarihçi şöyle yazmaktadır: Kızıl Ordu içindeki Ermeni Daşnak Birlikleri, özellikle Namangan kentinde, vahşetlerini sergilemişlerdir. Gençlik yıllarımda sohbet evlerinde (gafona) ve kendi ailemde sıkca bu insanların Müslüman halka karşı davranış-larını dinlemişdim. Ermeni eskerleri her yaştan kadına ve kıza tecavüz ediyorlardı. Cinsel tatmin-lerinden sonra kurbanlarının başlarını kesiyorlardı. Iclerinden bazıları da 4 yaşınden 15 yaşına kadar olan erkek çocuklara tecovuz eden eşcinsellerdi. Evli kadınlara kocalarının yanlarında tecavüz ediliyordu. Izzetinefis sahibi silahsız erkekler ermenilere karşı elleriyle saldırdıklarında derhal öldürülüyorlardı. Nihayat evli kadınları, uysallaştırmak için bilinçlerini kaybedinceye kadar dövüyorlardı. Memedeki çocukların başları kılıçla kesiliyordu. Kesilmiş çocuk başlarını kılıçların başlarına takıyorlar ve caddelere fırlatıyorlardı. (Dr Baymirza Hayit “Basmacılar” s.36)

Biz burada Ermenilerin Özbeklere karşı yaptıkları vahşiliklerinden sadece bir küçük örnek verdik. Açıkça söylersek bu kitapta yer alan Ermenilerin tüm alçaklıklarını parçalar halinde nakletmeye cesaret edemedim. Yürek dayanamaz doğrusu! Belki bu kadarı yeter diyecekler Belki, bugün dünyada tartışılmakta olan 1915 olaylarından sadece üç yıl sonra, 1918 de, yani günümüze daha yakın zamanda yaşanan bu vahşilikleri “uzak geçmiş’’ sayarak (!) hatırlatmamak makbul sayılıyor?

Eğer geçmişi karıştırırsak her halkın diğer bir halka nispeten kendi davası bulunacaktır ve bu tür davalar ebedül-ebed bulunacaktır. Şu manada ki Özbeklerin de, Ermenilerin kendilerine karşı yaptıkları soykırımın dünyada tanınmasını dava ederek ortaya çıkması pek mümkündür. Ama bununla hiç bir şey değişmez, halklar arasındaki adavet körüklenmiş olur sadece. Öyleyse en iyisi, geçmişe değil geleceğe bakmak lazımdır. Bugün butun dünyada, kendilerine geçmişte katliam yapıldığının resmen tanınmasına çalışmakta olan Ermeni lobileri de bu gerçeklerden nasiptar olsalar kendileri için ne kadar iyi olurdu.

NOT: Ortaasyada, Çar Rusyasının memurları olarak gelip orada yerlilerle dost olup yerleşmiş çok mahdut sayıda Ermeni ailesinden başka Ermeni yoktur. Yani Ermenileri mazur gösterecek (!) bir müslüman kini oluşmamıştır. Anlaşılıyor ki bu kavim, nerede Türkçe konuşan bir halk görse şuuraltı vahşetleri harekete geçiyor.

Maksud Begcan

Oslo, 10 Ekim 2000

TERIMLERIN EVRIMI

 

“Islam ekstremizmi faktörü”, “Islam fundamentalizmi faktörü”, “Islam faktörü” … terimlerinin gittikçe yumuşamakta olduğunu hissediyor musunuz? Terimiler yumuşamakta ancak onlara yüklenen anlam gitgide sertleşmekte.

Önceden “Islam ektremizmi” denilince yalnızca aşırılık ve fanatizm kastedilir, “fundamentalizm” denildiğinde ise mutaassıplık akla gelirdi. Şimdiyse ister “ektremizm” isterse “fundamentalizm” denilsin Islam dini kastedilmektedir.

Şimdi Bağımsız Devletler Topluluğu devletlerinin basın yayın organlarında bilhassa da Rus matbuatında “ekstremizm”, “fundamentalizm” demektense doğrudan “Islam” demek tercih edilmektedir. Son günlerde Rus basın yayın organlarındaki iki konudan birisi “Islam faktörünün güçlenmesi”, “bölgedeki Islam faktörü” gibi terimleri kullanarak, Islam dini kendilerini tehdit eden yegane tehlike olarak telkin etmektir. Bu telkinler hangi esasa dayandırılmaktadır?

Malum ki sözlere ve düşüncelere hangi anlam yüklenirse, onlar bu anlamı ifadeye çalışırlar. Ancak bu “çalışma” sözlerin mahiyetinden dolayı olmayıp aksine bu sözlere aynen işte böyle anlam yükleyen ve kendilerine göre agresif hareketlere girişen şahıslar, toplumlar veya devletlerin faaliyetinden kaynaklanır. Yani şayet bugün herhangi bir devlet “Hıristiyan ektremizmi” yahut “Yahudi ektremizmi” hakkında davullar çalıp, bunlara karşı mücadeleye girişse veya başkalarını böyle bir mücadeleye davet etse, hemen aynen böyle bir ekstremizmin ortaya çıktığına şahit olurduk. Çünkü onlar (ekstremistler değil, “ekstremist” diye ilan edilen din mensupları) düşmanın oyununu mecburen kabul edip, kendi dinlerin savunmaya başlar ve böylece düşmanın propagandasını doğrulamış olurlardı. Günümüzde Islam dinine karşı dünya çapında işte aynen böyle bir oyun yürütülmektedir.

En tuhafı da böyle töhmetlere zıt olarak, Islam diğer dinlerle olan münasebet açısından dünyadaki en hoşgörülü dinlerden biridir. Hoşgörü onun özünde yatmaktadır. Malum ki Islam dünyanın en büyük dinlerinden olan Hıristiyanlık ve Yahudilikle olan menşe birliğini reddetmez. Yani bu dinlerin saygı gösterdiği peygamberleri kabul eder. Ama Hıristiyanlık ile Yahudiliğin Islam’a karşı böyle yaklaşımı yoktur (burada mevzu bu iki dinin menşeleri hakkında olmayıp aksine bu dinlere mensup olanların günümüzdeki düşünceleri hususunda olduğunu unutmamanızı rica ediyoruz).

Uzun tarih boyunca da Islam dininin başka dinlere karşı en saygılı din olduğunu görürüz. Asırlar boyu, Müslüman halkların hakimiyetinde yaşayan Hıristiyan veya Yahudi veyahut da diğer dinlerden olanlar hiç bir zaman cebir ve baskı görmeyerek kendi dinlerini günümüze kadar muhafaza etmişlerdir. Hatta büyük Osmanlı Devleti Hıristiyan devletlerden özellikle de Ispanya’da soykırıma uğrayarak bu ülkeden kaçan binlerce Yahudiyi ülkesine almış, onlara sığınacak bir yer vermiş, hayatlarını sürdürmeleri için gerekli şartları sağlamış ve asla onlardan kendi dinlerini değiştirmeleri talebinde bulunmamıştır.

Bunlar bütün dünyanın bildiği gerçekler. Ancak bu gerçekleri görmeyi istemeyen güçler ateşle oynayarak, Islam dinine karşı propagandalarını arttırmakta ve Islam dini adına bin türlü provokasyonlar tertiplemektedirler. Mesela, Rusya’nın değişik şehirlerinde geçen yıl meydana gelen patlamaların hepsini Rus gizli servisinin gerçekleştirdiği düşüncesi gün geçtikçe daha yüksek sesle söylenmekte.

Hülasa, bugün eğer “Islam tehlikesi” hususundaki iftira ve milyonlarca günahsız Müslüman’a yapılan zulüm durdurulursa birden dünyada “Islam ekstremizmi” denilen şeyin esasında zaten hiç olmadığı ortaya çıkıverirdi. Ancak bunu istemeyen güçlerin varlığını riyakârlık yapmadan kabul edelim.

Maksud Begcan

2000

“TÜRKÇE KONUŞANLAR” KİMLER ?

1994’ün ocak ayında “Özbekistan Avazı” gazetesinde ( 4.01.94 ve 20.04.94 tarihli sayılarında) özbek’lerin Türk değil de “Türkizaban” yanı Türkçe konuşan, sadece dili Türkçe olan bir halk olduğunu ispat etmeği amaçlayan iki makale arka arkaya yayınlandı. “Türk mü yoksa Özbek mi?”adlı birinci makale Nesimhan Rahmanov, “Özbek halkının ortaya çıkış tarihi” adlı diğer makale ise iki akademisyen Ahmedali Askarov ve Börübay Ahmedov tarafından yayımlandı. Türk halklarının birbirleriyle yakınlaşmaya , birleşme ve kendi kimliğini bulma cereyanının sürdüğü bir dönemde böyle makalelerin “Özbekistan Avazı” gazetesinde bir birini takıp etmesi insanı düşündürüyor. Sanki geçmişteki “Sosyalist bakış açısıyla bilimsel temellendirmeler”, ”Pantürkizme karşı amansız mücadeleler” devri yine başlamış gibi…

H.Rahmanov “Türk mü yoksa Özbek mi ?” makalesine şu cümlelerle başlıyor: “Türkiye nüfusunun esasını teşkil eden türklerin, sadece özbeklerle değil belki bütün türkçe konuşan halklarla akrabalığı inkar edilemez bir gerçektir. .Onlar Özbekistana atayurt diyorlar.” Makalesine, bilimsel ve tarihi yönden doğru olan, böyle bir cümleyle başlayan araştırmacı bir sonraki paragraftan itibaren fikrinden vaz geçer gibi şöyle devam ediyor:”Orta asıya halkları çok eski zamanlardan beri türkçe konuşurlar. Türkler ise, Hun’ların soyundan geliyorlardı.”

Yazar makalesine devam ederken “Türk” kavramının ne kadar göreceli olduğunu ispat ediyormuşçasına şöyle devam ediyor: “Türk” kavramı hiç bir zaman bir kabilenin adını anlatmıyordu”.Burada yazar “Özbek” adı hiç bir zaman bugün kendilerini Özbek olarak gören halkın bir boyunun adı olmadığını, “Türklerde ne kadar fazla boy varsa, “özbek”lerde de o kadar fazla boy olduğunu, hatta bu boyların sosyo- kültürel yaşantıları kendi aralarında da faklar içerdiğini hatırlamıyorlar. Buhara, Samarkand , Hive şehirlerinde bulunan tarihi abidelerin kendine özgü tarafları hakkında konuşmak bizim hoşumuza gidiyor. Hatta bu bölgelerde yaşayan boyların musiki sanatlarının da bir- birine benzemediğini itiraf ederiz. Örf ve adetlerin, mahalli kıyafetlerin, şivelerdeki kendine haslıkları saymaya bile gerek yok. Hal böyleyken bu kabilelerin hangisi gerçek “özbek”? Yanı onların daha fazla özbek olanı hangisidir? Makalenin devamına bakalım: “Bana göre “Türk” kavramı günlük hayatımıza ve özbekçeye o kadar yerleşiyorki burada özbek adı sanki anlamsız ve ruhsuz gibi kalıyor. Eğer bu süreç böyle devam ederse “ kutsal vatan” düşüncesine, milli hislerimize zarar getirecektir!”.

Öncelikle şunu söylemek gerekiyorki “Türk” kavramı Özbek diline “o kadar” yerleşmekte değil! Eğer ki böyle oluyorsa bunu sadece alkışlamak gerekir, çünkü bu tarihi gerçekliğin galebesi olurdu. Neden Türk adı yanında Özbek sözünün “anlamsız ve ruhsuz” görünmesini ise yazarın kendisi bile açıklayamaz Herhalde.kendi ismi kendi benliği önünde bir millet hiç “anlamsız ve ruhsuz” görünürmü? Kutsal vatan düşüncesi üzerinde durursak, biz vatanımızı Stalin’nin belirlemiş olduğu sınırlardan daha da geniş olarak biliriz ve bu da bizim “milli hislerimize zarar” getirmiyor, tam aksine onu daha da güçlendiriyor. Ayrıca göçebe Şeybanihan’nın eli altındaki kabilelerle ilişkili olan ve bugünkü Özbekistan sınırlarına ilk defa Şeybanihan istilasıyla giren “özbek”adı tarihte de, günümüzde de hiç bir şanlı büyük işlerle anılmaz. Biz kendi atalarımız diye övündüğümüz gurur kaynağı yaptığımız Emir Timür de, onun varisleri de, Babur da özbeklerle savaşıp, onları “nabakar” diye küçümser, kendilerine ise gururla Türk diyorlardı. Sovyet imparatorluğu döneminde de özbekler dinyanın en zalim halkı olarak gösterilmeye çalışıldı. Nedense bu profesörlerimizin milli hislerine böyle hakaretler zarar getirmiyor da , Özbeklerin Türklüğüyle ilgili düşünce ve tartışmalar zarar getiriyor? Bizim gururumuz Türk olduğumuzdan değil midir?

Genel olarak “Özbek” kelimesini 1924 yılında komünistlerin önderi Lenin resmileştirmişti. Türkistan adının ortadan kaldırılmasıyla birlikte yerine bir kaç uyduruk cumhuriyet ve ilk ismi “Özbekiye” olan şimdiki Özbekistan kuruldu. Bir müddet sonra “millilik usulüne” göre “Özbekiye” Özbekistan olarak değiştirildi. Eğer biz kendimizi yabancıların bize ( ruslar, avrupalılar) verdikleri isimlerle adlandırmayı uygun buluyorsak, o zaman bizim özbek saydığımız Timur, Uluğbek , Babur gibi tarihi şahsiyetlerimizin de rus ve avrupalı bilim adamları tarafından “moğollar” denilmesini kabul etmemiz lazım olacak. Aynı bu şekilde “dutch” ları rusça olarak “nemets”(alman), “hungar” yada “macar”ları yine rusça olarak “venger” “Özbek”leri de Çar Rusya’sı döneminde kullanılan “sart” diye isimlendirmek mümkündür. Halkımız, Özbekistan’daki millilik karşıtı rejim propagandala-rının ağına düşerlerse bütün kendi tarihinden mahrum olacaktır. Çünkü tarihimizde “özbek” adıyla bağlı hiç bir “devlet mirası” yoktur. Bizi Türklüğümüzden mahrum etmek isteyenler bu gerçeği iyi bildikleri için, planlı bir şekilde böyle propaganda yürütüyorlar. Onların Semarkand ve Buhara özbeklerin değil dedikleri iddia, özbekler tarafından da çok iyi biliniyor! Bizi Türk değil de sadece özbek olmamızı istemelerinin ardında da – bizi kendi kültürümüzden, medeniyetlerimizden , kendi tarihi köklerimizden koparma arzularıdır.

Burada 18’inci yüzyıl aydınlanma dönemi Fransız düşünürlerinden Montesquieu’nun Türkler hakkındaki görüşlerini zikretmek yerinde olacaktır. Montesquieu Türkleri anlatırken onlardan hep “ tatarlar” diye bahseder. O Hunlar , Cengız , Osmanlı, Timur ve Babur imparatorlukları arasında hiç bir fark görmüyor, onlara tek bir millet – Tatarlar olarak bakıyor. Fransız düşünürünün bu fikri, onun, yukarıda isimleri mevzu-bahis olan özbek akademisyenleri ve profesörlerine göre Özbek tarihini daha iyi bildiğinin göstergesidir. İbret olması açısından şu metnin tamamını veriyoruz:

“ Şan, şohret ve büyük fetihler konusunda dünya milletlerinin hiç biri tatarlarla boy ölçüşemezler. Bu millet dünyanın gerçek hükümdarıdır; diğer milletler güya onlara hizmet etmek için yaratılmış gibidirler. Bu millet nice imparatorluklar kurmuş, nice imparatorlukları yok etmiştir; O her zaman dünyaya kendi kudretini göstermiş, her zaman diğer milletlerin korkulu rüyası olmuştur. Tatarlar iki defa Çini fethettiler ve halen onu kendi egemenliklerinde tutuyorlar. Onlar Büyük Moğol imparatorluğu denilen sınırsız büyüklükteki hudutları bitmek bilmeyen topraklara hükmediyorlar. Tatarlar iki defa Çini fethettiler ve halen onu kendi kontrollarında tutuyorlar. Onlar büyük Moğol imparatorluğu denilen bitmez tükenmez , sınırsız topraklara hükmediyorlar. Onlar İran’ın da hükümdarlarıdırlar. Onlar Kir ve Gıstap’ın tahtlarında oturuyorlar. Onlar Türk adı altında, Avrupa , Asya ve Afrika’nın uçsuz bucaksız genişlikteki toprakları fethettiler, onlar dünyanın üçte birine hükümrandırlar. Eğer daha da uzak dönemlere gidersek, Roma imparatorluğunu mahveden milletlerden birinin de aynen tatarlar olduğunun şahidi oluruz. Çengiz Han’ın fetihlerinin yanında İskender’in zaferleri hiç bir şey değildir. Ne yazık ki, bu muzaffer milletin kahramanlıklarını yücelten tarihçileri az olmuştur. Nice ölümsüz kahramanlıklar zamanın acımasız rüzgarları altında unutuldu! Tatarların kurmuş olduğu nice devletlerin tarihlerini biz daha bilmiyoruz.! Bu savaşçı millet, bugün sadece kendi şan-u şöhretiyle meşgul oldukları için, gelecekte de yenilemeyeceğine inanarak, tarihte kazandığı büyük zaferleri ebedileştirmek için zerre kadar kaygı taşımadı. (yayın:Montesquieu “Fars Mektupları” s.198. Moskova, 195 6).

Şimdi Akademisyen A. Askarov ve B. Ahmedov’ların “Özbek halkının ortaya çıkış tarihi” adlı makalesine bakalım.Yazarlar makaleye şöyle başlıyorlar: “Millet, kapitalist toplum ürünüdür”. Tabii ki burada komünistlerden miras olarak kalan böyle gülünç sözü dikkate almadan, konuya geçmeyi isterdik, ama böyle önerme ve alıntılar bu “aydın”ları-mızın düşünce damarlarını besleyen ve dünyaya bakışlarını oluşturan kaynaklar olduğunu hatırlamazsak, konuyu bir az daha açmakda kusur etmiş oluruz. Komünist ideolojiye göre “kapitalist toplum ürünü millet, bu toplumun zıddı olan komünist toplum tarafından yok edilir ve nihayetinde dünyada tek halk, tek dil mevcut olacak”(Bunun hangi halk ve hangi dil olacağını ise her kez kendi gücü ölçüsünde belirleyebilir). Belli ki akademislerimizin milletlerin ortaya çıkış sebebiyle ilgili kendilerine aşina olan tezi, öylesine öne sürdükleri fikirlere uygun düşmese de, söylediler herhalde. Çünkü onların anlattığı 10, 11 yada 14. yüzyıllarda dünyada henüz kapitalizm yoktu. Genel olarak Türkistanda kapitalizm hiç bir zaman olmamıştı. Belki bundan sonra olur. Keşke , biz de o zaman millet olma bahtına erişsek.

Makaleyi incelemeye devam edelim, akademisyenlerimiz yazılarına şöyle devam ediyorlar: ”Özbekler, halk olarak 10. yüzyıla gelindiğinde ortaya çıktılar. Toprak bütünlüğü, iktisadi, kültürel, dil birliğine ve fiziki benzerliğe kavuştular. Özbekler bazılarının ilmi olmayan fikirlerine karşın, Türk değil belki Türkizebandır. ( Türkçe konuşan). Doğru dilimiz Türki, ama Türkçeyle Özbekçe arasındaki fark çok büyüktür. Günümüz Özbek edebi dilini saf Türkçe diyemeyiz. Özbeğin dili, tarihi kültürü de saf Türkün değildir. Onun fiziki biyolojik dış görünümü, kaç bin yüzyıllık tarihı ve medeniyetinin oluşmasında dıştan gelen (Hangi dıştan –sağdan mı yada soldan? Batıdan mı ya da doğudan? M.B) etnik gruplarla yerleşik ahalinin kanı, dili, ruhiyeti, tarihi ve kültürü kaynaşmıştır.”

Bu metindeki bir halkın oluşumunu ispatlamak için örnek getirilen delillere dikkat edelim: Toprak bütünlüğü, iktisadi birlik, dil birliği ve fiziki benzerlik…Bu “ölçulere” bir göz atalım: 1. Toprak bütünlüğü. Böyle birlik Özbekistan topraklarında hiç bir zaman istıkrsarlı olmamıştır. Sınırlar her zaman bazen küçülüp bazen de genişleyip bazen de küçük parçalara bölünerek gelmiştir. 2. İktisadi Birlik. Bu birlik, toprak birliğine dolaysız bağlıdır. Yanı, iktisadi bütünlük siyasi değişim ve yeni devlet subjektlerinin yada hanlıkların ortaya çıkışıyla değişmiştir. 3. Kültürel Birlik. Böyle bir birlik bu güne kadar hala gerçekleşememiştir. Bu konuya yukarıda değinmiştik.( Milli kıyafetler derken burada “milli” sözü şartlı olarak örf adetlerin kendine özgü özellikleri anlamında). 4. Tipolojik (antropolojik) özellikleri. Özbekistan’da böyle özellikler de çeşitlidir. Günümüz Özbekleri ilk bakışta bir birlerinin hangi “tip”in mensubu olduklarını ayırabiliyorlar. Üstelik bütün boylarının kendilerinde karıştığı Özbeklerde tek tip benzerliği belirlenemez. Bu anlamda , eğer Özbekler “bilim adamlarımızın” iddia etikleri gibi kimileriyle “karışmış kaynaşmışsa” bu karışmanın hepsi Türk boylarıyla olmuştur. 5. Dil Birliği. Halen “Özbek dili”dediğimiz Harezm Özbekçesi ile Fergana yada Taşkent Özbekçesi arasında da farklar mevcut. Hatta Harezmli Özbek kendi şivesinde resmi kabul edilen Özbek edebi diline uygun konuşmazsa, Taşkentli yada Vadilik Özbek anlamakta zorluk çekebilir. Çünkü , Harezm Oğuz lehçesinde günümüz Özbek edebi dilinde olmayıp, Nevai dönemi Türk (Özbek) edebiyatında çok kullanılan “ aşak” (aşağı) “aya”( aya,elin içi) “ el” (el) gibi fazla bilinmeyen kelimeler kullanılmakta. Nevai eserlerinde yukarıdaki kelimeleri çok kullanılmıştır. Çünkü ,Nevai eserlerini “Özbekçe” değil, “Türkçe” yazmıştır. Belki de bu yüzden Nevai eserlerinin günümüz Özbek edebi diline “çevrilmesi” ile ilgili kinayeli sözleri duyar olduk. (İbrahim Hakkulov’un “Zincirband şer koşıda-Zincirlenmiş aslan önünde” adlı kitabına Erkin Vahidov tarafından yazılan önsöze bakınız).Günümüz Özbek edebi dilinin ne kadar sun’i olduğunu bilim adamı olmayan insanlar da iyi biliyorlar. Değişik illerden gelen iki özbeğin de birbirleriyle anlaşamadan bakışmalarının sebebi de dil reformundaki zorbalık sahte bilimselliktedir.

Bugün Özbekistan sınırları içerisinde yaşayan ve pasaportlarında “Özbek” diye yazılanlar Türk dilinin bütün şivelerinde konuşan kavimlerdir. Günümüz Özbekleri Kıpçak lehçesinde de, Oğuz lehçesinde de, Karluk lehçesinde de konuşurlar. Bu durum, atamız Emir Timur’un :”Biz Türklerin baş boğunuyuz” dediği sözünü tasdik etmiyor mu? Akademisyenlerimizin “Günümüz Özbek edebi diline saf Türk dili denemez” dedikleri doğru. Çünkü bu dil, yukarıda vurguladığımız gibi suni bir şekilde yapılmış dildir; yani dilimiz, lehçelerimizdeki Türkçe kelimeler yerine fars ve arapça kelimelerle doldurulmuştur. Sovyetler Özbek alfabesi üzerinde yaptıkları “deney”lerini (durmadan , değiştirmek ve “temizlemek” ten oluşan) dil siyasetine de uyguladılar. Özbek imla lügatı (Taşkent “Fen” yayınevi, 1976) aşırı derecede yoksul ve gariptir. Onun yarıdan fazlası ise yabancı dillerden gelen sözlerden ibarettir. Özbek izahlı lügatı ( Moskova, “Rus Dili” yayınevi, 1981) ise, ondan da kötü. Sanki aydınlarımız Özbek (Türk) dilinden, yabancı dilleri daha da fazla biliyormuşçasına, daha doğrusu, daha fazla beğeniyormuş gibi hareket ediyorlar. Özbek dilinin imla, izahlı , sinonim lugatlarının Özbekistan’da bulunan bütün şiveleri kendi içine alması lazım. Bunun dışında, diğer Türk topulumlarının lügatlarında bulunan bizim unuttuğumuz Türkçe kelimeleri de lügatımıza tekrar kazandırılması meselesini gözden geçirirsek hayırlı iş yapmış olurduk. Çuvaş yada Gagauz gibi Türk kültür dairesi etkileşiminden uzaklaşan Türk topuluklarının lügatlarının da araştırılması ve ögrenilmesi gerekiyor.

Biz, “Dil suni olarak üretilmemesi lazım” diye konuşmayı biliriz ama, kendimiz Türk dil lehçelerinin Özbek diline yerleşmesine, onu zenginleştirmesine suni engeller çıkarırız. Özbek edebi dilinin “Saf Türk dili olmadığı” yla ilgili kendi düşüncelerimizi söyledik. Ama “Özbek tarihi ve medeniyeti de saf Türk’ün değil” derken acaba neyi kastediyorlar saygıdeğer profesörlerimiz? “Saf medeniyet”, “Saf tarih” demek ne anlama geliyor? Bir millet kendi medeniyetini ve tarihini diğer milletlerle ilişki kurmadan yaratabilir mi? Fransız medeniyeti, İtalyan medeniyeti, İspanyol medeniyeti mevcut, ama “Saf Fransız medeniyeti”, “Saf Italyan medeniyeti”, “Saf İspanyol medeniyeti” diye bir medeniyet mevcut değil. Medeniyetler sürekli bir biriyle etkilelşim içinde olmuştur ve bu tabii haldır.Akademisyenlerimiz şöyle yazıyorlar: “ Şu anda Orta Asya’da Türk değil, belki de Türki diller temelinde oluşan Özbek, Kırgız, Kazak, Türkmen ve Karakalpak halkları mevcut”.Doğru , ama bir müddet önce de akademisyenlerimizin söylediği “tek toprak bütünlüğünü” gerçekleştiren Özbekistan sınırları içerisinde de Buhara ve Harezm cumhuriyetleri kurulmuştu.Yanı, akademisyenlerimizin ileri sürdüğü “halkın oluşumundaki temel faktör – toprak bütünlügü” ilkesiyle düşünür ve tahlil edersek, o zaman Türkmen ve Özbek halkları gibi az kalsa Buharalı ve Harezmli halkları da ortaya çıkarmış olurduk. Eğer bu işte “başarılı” olunsaydı, kim bilir belki Ferganalı yada Hokandlı halklar da meydana gelirdi. Bizim aydınlarımız zorla ispatlamaya çalıştıkları-Özbek halkının Türk olmadığı sadece “Türkçe konuşan” halk olduğu, aslında Özbeğin “karışıp- kaynaşıp” (kiminle?) gittiği tamamen başka bir millet (nasıl bir millet?) olduğu hakkındaki uydurma, eski Çin bilginlerinin söylediği bir deyimi hatırlatıyor:” Karanlık evde kara kediyi bulmak zordur, yine, burada hiç bir kedi yoksa…“. Karanlık tarih de karanlık ev gibidir, bu karanlıkta de kara(geçmişi karanlik olan) halkı bulmak zordur…

Maksud Begcan

“Türk Yurdu” dergisi,

2001, Ekim.

Türklük Şuuru

1994 yılının başlarında Özbekistan’daki Kerimov rejiminin girişimiyle başlayan Özbeklerin “Türk olup olmadığı” hakkındaki akıl almaz bahisler bugün Türkiye basınına da taşındı. Bugün biz, güya başka bir iş kalmamış gibi, bin yıllardır kendilerini “Türk” olarak gören atalarımızın millî kimliğini “açıklığa kavuşturmak” ile uğraşmaya başladık. Bize neler oluyor böyle? Tabiî ki, Özbeklerin Türk olmasını istemeyenler Özbekistan’da da, Türkiye’de de bulunur. Böyleleri Özbekistan’da kendilerine “Özbek milliyetçisi” diyebilirler, Türkiye’dekilerin ise “Türkiye Türkü milliyetçiliği” adına konuşmaları kolay olabilir. Bu iki tür milliyetçilik de bende derin şüphe uyandırıyor. Kendini Özbek ve sadece Özbek (asla Türk soylu değil) sayan sahte “Özbek milliyetçisi”nin aslında Özbekliği de şüphelidir; aynı şey Türkiye’deki “Türkiye Türkü milliyetçiliğini” savunmaya kalkışacak şahıslar için de söylenebilir. Bu kişiler samimî olmuş olsalardı, tarihimizden, atalarımızın bıraktığı miraslardan, onların millî şuurlarından yola çıkarak fikir üretir ve bu duyguyla yaşarlardı.

Özbekistan’daki “Özbekler Türk değildir” diye fitne dağıtanlar, aynı zamanda, “Buhara ve Semerkand Özbeklerin değildir” kabilinden fikirler de öne sürüyorlar. Örn eğin, Özbekistan nüfusunun yüzde dördünü oluşturan Tacikler ve Rus basını “Buhara ve Semerkand Özbek değil, gerçekte Tacik şehirleridir” şeklindeki iddiayı kendileri için ispatına gerek duyulmayan bir inanca dönüştürdüler. Onlar sürekli bir şekilde bunu “hatırlatmayı” ihmal etmiyorlar. Mantığı görebiliyor musunuz? Elbette, eğer bugün Özbekistan nüfusunun yüzde seksen ikisini oluşturan ve “Özbekler” diye bilinen halk Türk değilse, o hâlde, Buhara ve Semerkand’ın da “Özbek”lere ait olmadığı düşüncesi doğrulanmış olur. Çünkü, “Özbek” boyları bu şehirlere Deşti Kıpçak’tan ilk defa Şeyban Han önderliğinde on altıncı yüzyılda gelmeye başladılar. Yani, o zamanki Özbekler Deşti Kıpçak Türklerinin sadece bir kabilesi idiler. Onlar Türkistan’ı ele geçirip, Oğuz ve Karluk boylarından oluşan yerli Türklere katıldılar. (Bu anlamda on altıncı yüzyılda gelen göçebe Özbeklerle bugünkü Özbekler arasında önemli fark mevcuttur.) Evet, o hâlde, Buhara ve Semerkand kimlerin hükümranlığı altında idi? Tabiî ki, “Mülkü Turan, Emiri Türkistan, milletlerin en eskisi Türklerin başbuğu” olan Emir Temur’un milleti! Bu milletin adı herkesçe bilinir; bu, Türk milletidir. Tabiî ki, Deşti Kıpçak’tan gelip, Temur hanedanını, Temur’un torunu Babur’u da Orta Asya’dan kovan “Özbekler” de göçebe Türklerdi.

Dolayısıyla Ruslar Türkistan’ı işgal edinceye kadar Türkistanlıların hepsi kendilerine (yüzde dörtlük azınlığı hesaba katmazsak) Türk diyorlardı ve ülke ismini değiştirmek de kimsenin aklına gelmemiştir. Ülke ismini değiştirmek ilk defa Lenin’in aklına geldi. O birkaç yıl içinde Türkistan’da birçok millet ve birkaç devlet yarattı. Önceleri Özbekistan sınırları içinde iki devlet; Buhara ve Harezm cumhuriyetlerini kurdurdu, ama çok ufak parçalara bölünen bölgelerin yönetilmesinin kolay olmayacağı düşüncesiyle onları yeniden birleştirdi ve önce “Özbekiye” adında bir devlet inşa etti, daha sonradan, bu verilen adın o kadar uymadığını anlayarak, “Türkistan” ismine daha fazla uyan “Özbekistan” adını tercih etti. Böylelikle Lenin’in bir işaretiyle “Özbekler” yaratıldı.

Biz bu zamana kadar bizi “aşırı milliyetçilik”le suçlamamaları için Özbeklere karşı Özbekistan’da yürütülen ayrımcılık siyaseti hakkında konuşmamaya çalıştık. Ama her şeyin de sınırı var. Semerkand ve Buhara’ya gidip, kendi ana dilinde, Özbek dilinde konuşamaz iseniz, Fars ya da Rus dilinde konuşmaya mecbur olursanız, bu tahammül edilebilir, normal bir hâl değildir. Bu durumu kendisi yaşayıp şahidi olan insanların söylediklerine göre, bu şehirlerde Özbekçe konuşanları “köylü” diye küçümsüyorlar. Kerimov iktidarı ve onun sahte bilim adamları bu durumu bilmiyorlar mı? Tabiî ki, biliyorlar. Onlara aynen Özbeklerin böyle zebun hâlde olmaları lâzım. Çünkü millî şuuru olmayan milleti yönetmek kolaydır. Elbette, Tacikler bizim kardeşlerimiz, dostumuz, ama bugün Özbekistan Devleti tarafından yürütülen Tacikleştirme siyasetinin ne Özbeklere ne de Taciklere yararı var. Bugün Özbek toplumuna vahşice terör uygulanmakta olan Özbekistan İçişleri Bakanlığı’nda çalışanların büyük bir çoğunluğu Özbekçe bilmiyor. Cezaevlerindeki siyasî tutuklulara karşı yürütülen vahşiliklerde de bu faktör mühim rol oynamıyor mu? Genel olarak, Özbekistan’ı kana bulayan bugünkü iktidarın Özbek halkıyla ne kadar bağlantısı vardır? Halk arasında, bununla ilgili birçok söylentiler mevcut; ama bu söylentilerin makale konusu yapılmaması daha iyi olur. Özbekler, Türk milletinin güçlü ve yetenekli bir bölümüdür. Bunu anlamak için onun tarihine bir bakış yeterli olacaktır. Onun bugünkü zebun hâli geçicidir. İnşallah, yakın zaman içinde Özbekler kendi omuzlarındaki kan emicilerden kurtulacak, dünya Türklüğünün bayrağını yeni kendi ellerine alacaklardır.

Maksud Beğcan

“Orkun” dergisi

http://www.orkun.com.tr/asp/orkun.asp?Tip=Makale&Makale_Nu=*YNYP,WVJDWIFTB8PLAUKBPZIIDJBG-FODULHBQGALVEEO*F-C/B,OQ

2001

YİNE VEYA YENİ BİR FIRSAT

Nisan ayı sonunda Afganistan’daki Uluslararası Barış Gücü komutanlığının Türkiye’ye devredilmesi bekleniyor. Konuyla ilgili olarak geçtiğimiz günlerde Uluslararası Barış Gücü komutanı olarak atanan General Akın Zorlu başkanlığında Türk askeri heyeti Afganistan’a gitti. Mayıs-Haziran aylarına doğru Türkiye Afganistan’daki askerlerinin sayısını bin kişi daha arttırmak istiyor. Şu anda Afganistan’da, İngiltere’nin komutanlığındaki Barış Gücü kontenjanında 260 kişilik Türk asker ve subayından oluşan birlik bulunmaktadır.

Peki Türkiye’nin bölgede bulunan Uluslararası askeri güce komuta etmesi kime ne menfaat sağlıyor?

En başta bu tedbir ABD teşebbüsüyle gerçekleşmektedir. Olay ABD menfaatleri doğrultusunda ele alındığında Müslüman bir devlet olan Türkiye’nin Uluslararası Gücü komuta etmesi, öncelikle, bölgedeki askeri harekatların İslam dünyası içinde Başkan Bush’un ağzından kaçırdığı gibi “haçlı seferi” olarak yorumlanmasına az da olsa set oluşturmak amacına yöneliktir.

Dahası, Türkiye’nin Afganistan’da askeri cihetten çok ciddi mevkie sahip olan Özbek Türklerinin lideri General Abdurraşit Dostum nezdinde tesiri oldukça yüksektir. Bu general son yıllarda Türkiye’de yaşadı ve geniş imkanlara sahip oldu. Abdurraşit Dostum hâlen ülkenin kuzey kısmındaki bölgeleri elinde tutmakta olup, onun iştiraki olmadan Afganistan’da istikrarı temin etmek mümkün değildir. Bölgede böylesine imtiyazlara sahip olan Türkiye’nin Uluslararası Barış Gücünü komuta etmesi neticesinde ise şu avantajlara sahip olacaktır: Başta Türkiye’nin son 10 yıl içinde “postsovyet” dönemi süresince uğraştığı fakat elde edemediği Anadolu Türkleri için “ata yurt” olan Türkistan topraklarına adım atmak için doğan yeni bir imkandır. Bu imkânın diğer bir üstünlüğü de daha önceleri olduğu gibi “Pantürkizm” ile suçlayacakları korkusuyla, ondan etrafa endişeyle bakmadan doğrudan, hatta bu sefer Uluslararası güçler sancağı altında, üstelik dünyanın süper gücü olan ABD hamiliği altında istifade edebilir. İşte bu menfaati hem Türkiye, hem ABD, hem de Afganistan Türkleri ve dahası hep kendi menfaatleri doğrultusunda Abdurraşit Dostum ile yakın ilişkiler içinde olmayı tercih eden Özbekistan’daki İslam Kerimov rejimi ve genel olarak, bölgedeki Türkistan Birliği gayesiyle yaşamakta olan halklar paylaşabilir.

Ve tabii olarak, karşılıklı savaş başlatma durumuna gelmiş ve zamanında ortaya çıkan sun’i sınırlarda yüzlerce kişinin ölümüne sebep olan Türk Cumhuriyetlerindeki “Türk Birliği” hakkında kaygı duymayan fakat millî (aslında mahallî) çekişmeler ve Cumhuriyetler arası savaş tehlikesinden korkarak yaşamakta olan halklar için de bu birlik düşüncesi yegane kurtarıcı gaye olarak görünmektedir.

Mahallicilik ve kabilecilik batağına saplanarak gittikçe kanlı bir yok oluşa doğru gitmekte olan Orta Asya’daki kavimlerimiz ancak kendilerinin aynı millete mensup oldukları şuuru sayesinde yaklaşmakta olan bu uçurumdan kurtulabilirler. Çünkü bu birlik duygusu, yüzyıllar boyunca oluşmuş bir hayat tarzıdır. Ne demokratik ve ne dinî değerler ve ne de millî şuurdan mahrum eski komünist yöneticilerin kendi çıkarlar için bütün bölgeyi kaosa sürüklemeye hazır bulunduğu bu dönemde, bölgenin kardeş Türkiye öncülüğünde entegrasyonu,  bölge halklarının istikrarlı  yaşamaları için doğan büyük bir fırsattır.

MAKSUD BEGCAN

09.04.2002

BİTKİLER, KARINCALAR VE YILANLAR

HAKKINDA

(Deneme yerine)

Volt Vitmen’in karıncalarla otlar ve bitkilerle çiçekler hakkındaki şiirleri üzerinde düşünürken, “şair, yaşama aşkıyla o kadar dolu ki onun içine bitkiler, karıncalar ve diğer benzer küçük canlılardan başka hiçbir şey sığmaz. Diğer şeyler bu tamamen dolu kalbe fazla gelir.” -sonucuna vardım. Elbette, şairin bu durumu hakkında bunun tam tersi fikri de söylemek mümkündü. Mesela şöyle: “şairin kalbi derin ıstıraplardan, talihsizliklerden denli yorulmuştur, ıstıraplar bu kalbi o kadar tüketmiştir ki artık ateşlere yanarak kül yığınına dönüşen bir orman gibi bomboş kalakalan bu kalp için, bu küçük bitki ve hayvancıklar  dahi büyük ümit verir ve merhem olur ama ıstıraplardan dolayı haddinden fazla zayıflayan bu kalbin daha büyük şeyleri “sindirmeye” henüz gücü yetmez”. Ama bende evvelâ aklımda ilk fikir doğdu … sonra ise .. ikinci fikir hakkındaki fikir de hasıl oldu. Kısacası bu kesinlikle birbirine zıt görünen iki kutup. Bizim düşündüğümüz kadar birbirinden uzak değilmiş gibi görünüyor. Sembolizmden hoşlanmasam da kendi kuyruğunu kemiren yılan misali aklımda daima bir dizi “genelleşmiş”, “üniversal” düşünceleri yaratmakta. Sembolizmden pek hoşlanmayan bir adamın mevcudatı bir yılan timsaliyle “genelleştirme”ye olan meyli, elbette dışarıdan biraz çelişkili görünmesi mümkündür. Ama biz, bizzat bu zıddiyet yani kendi kuyruğunu kemirmekte olan yılan hakkında konuşmuyor muyuz ki zaten?

1980’lerin ortalarında Taşkent’te gençler için bir dergi çıkıyordu (belki halen de çıkmaktadır). Bir gün şiirlerimi alarak bu dergiye gittim ve derginin Lenin komsomol ödülü almış baş muharririne bir kaçını okudum. Bir şiirimde şöyle geçiyordu:

“Bu şafağın akşama mı yoksa sabaha mı

ait olduğunu kim bilir, söyle,

Bunu bizden başka kim bilir?”

Bu satırları kastederek ödül sahibi kimse Rusça “Nu i chto?” (= Ee, ne olmuş yani?) diye ortaya bir soru attı. Ben de bu soruyu cevapsız bırakmayarak “Her türlü esere, her türlü şiire, bir noktada sizin şiirlerinize de bu soruyu yöneltmek mümkündür” -dedim. Bunun üzerine bana  “Bu satırlarla ne demek istiyorsun?” diye sordu. Kısacası, şiirlerim ödüllünün hoşuna gitmedi ve dergide yayınlanmadı. Ama benim anlatmak istediğim bu değildi. Mesele, her türlü soru (kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan yılanı hatırlatan şekil yani soru işareti)’nun içinde onun cevabı da bulunmaktadır. Ben ödüllüye bunu anlatamadım zaten “akşam” ile “sabah” gibi zıt kutupların birbirine ne kadar benzer olduğunu bu ödüllüye oturup anlatmak faydasızdı, zihniyeti tek kutupluydu…

Kutuplar hakkında düşünürken, ben tıpkı muallak bir mekanda bulunan kimse gibi düşünmekte olduğumu fark ettim. Eğer ben, boşlukta değil de yerde duruyor olsaydım, kutuplardan değil ufuklarda söz ederdim. Zira yerde duran kimse kutbu değil, ufku görebilir, öyle değil mi?.. kısacası ben ufku idrak edecek kadar yere inerek etrafa bakarken, etrafın yalınlığından, çıplaklığından (kül yığınına dönüşen mekandan) ürperirim ve  bunun “ancak kendi içindeki boşluğun aksi” olduğu düşüncesine kendimi inandırmaya girişirim. Ama buna ne kadar çabalarsam çabalayayım, inanasım gelmez; ben, kendi sezgilerimin (bunlar ne kadar yorgun olursa olsun) yanlış anlaşıldığını asla kabul edesim gelmez.  “Etraf hakikaten de bomboş, ufuk bomboş” diyen sezgi seni terk etmez.

Beni daima “bizim milletimizin yapısı nasıl?” sorusu düşündürmüştür. Sovyet Rus imparatorluğu devrinde buna cevap vermek o kadar zor görünmüyordu: “Halkım, baskıncıların sömürgeci siyaseti altında benliğini yitirdi ama bağımsız olduğu zaman, tekrar kendisinin bütün asaletiyle ortaya çıkacaktır.” – şeklinde ümide benzeyen bir şeyler vardı. Buna dayanarak bir şeye yapmaya çalışırdık. Vatan ve halk hakkındaki her bir kelime şahsiyetimiz hakkında söylenen kelimeymiş gibi kabul edilirdi. Bu kelimelerin verebileceği zarar da ona göreydi. Bu noktada, Andropov’un başlattığı ve bir Rus ile bir Ermeni milliyetçisinin kılavuzluk ettiği meşum “Özbek işi” devrinde Özbek halkına yöneltilen sonsuz iftira ve hakaretlere katlanarak yaşamak imkânsız gibi görünüyordu. Ama bu cehennem de, ancak “yarın bağımsız olursak” ümidi sayesinde atlatıldı ve biz bugüne ulaşabildik… Ama “yarın bağımsız olursak” sözü bizimle kaldı… Ben burada bağımsızlığa kavuşarak, kendi “millî” zalimine kavuşan Özbekistan’ın bugünkü müstebit rejimini kastediyorum. Burada bahis edilen, bu zalim rejime karşı mücadele hususunda da değildir. Söz konusu olan şey, en basit ifadeyle doğruluk ve hırsızlık hakkındaki düşüncelerin kesinlikle alt üst edildiğidir.

“Bir yankesici veya bir şakinin, bir otobüste veya sokakta, bütün insanların gözü önünde, onların lakayt şahitliğinde hiçbir ceza olmaksızın, hiçbir yergi duymaksızın zavallı bir kadıncağızı soyduğu ve hırsızlık yaptığı üstelik bu hırsızlığı saklamak yerine bununla gurur duyduğu böyle bir yerde bugünkünden farklı bir düzeni tasavvur etmek zordur.”- şeklindeki ağır bir duygu göğsümü hiç terk etmiyor. İktidarın hırsız ve dolandırıcıların eline geçmesinin, sokakta küçük hırsız ve dolandırıcıların korkusuzca gezmesiyle başladığı düşüncesi dinmeksizin beynimi kemiriyor. Bir Özbek atasözünde “Öküzün tırnağına vurursan boynuzu sızlar” denir. İşte aynen atasözünde olduğu gibi “Sokaktaki hırsızın “Vurun hırsıza!” diye tehdit edilmesiyle birlikte hırsızlar iktidarının da boynuzu sızlar.” – gibi çok basit bir düşünce beynimde sürekli geziniyor. “Boynuzu ile tırnağı, kuyruğu ile başı bir” olduğu düşüncesi beynimde fır dolanıyor…

Burada ben, Volt Vitmen’in şiirlerinden, hırsız ve dolandırıcılara kadar olan yolun nasıl geçildiğini fark edemediğimi anladım. Gerçekten de mesafeler inanılmaz derecede göreceli, bunlar bir serap misali bizi yanıltmaktalar. Benim buraya da (aynı zamanı ve aynı yeri!) bizzat yukarıda kendim sözünü ettiğim kendi kuyruğunu kemiren yılan hakkındaki “üniversal” ana fikrimi sokuşturmam mümkündür. Buraya, eğer isterseniz 15 yıl kadar önce “Yaş Leninçi” (=Genç Leninist) adlı gazetede yayınlanmayarak geri elime tutuşturulan edebî bir makalemde yazdığım “Orta çaplı bir düşünürü fikirler kemire kemire bitirir, büyük düşünür ise fikirleri birbirine yedirir” – cümlesindeki düşüncemi de sokuşturmam mümkün. Bu fikrin, kendi kuyruğunu kemirmekte olan yılandan ne noksanlığı vardır?

O gazetenin makalemi bana iade eden muharriri, makalem (bir gazete görevlisinin söylediğine göre) hakkında “Fazlasıyla ateşli” demiş. Belki de muharririn sözleri doğrudur! Başkalarını bilmem ama komünist muharrirler kendi “yaylasının” hacmini her zaman iyi bilmiştir ve onlar asla “fazlasıyla ateşli” olmamışlardır. Belki de benim de bir az kendi “yaylamın” sınırlarını bilmem doğru olacaktır! Galiba kutupları yılana benzetmek iyi bir şey olmasa gerek!…

MAKSUD BEGCAN

27.01.2002

YUNANİSTAN VE ÖZBEKİSTAN KİME KARŞI ASKERİ İTTİFAK YAPIYORLAR?

Geçenlerde Yunanistan Savunma Bakanı Akis Çohacopulos resmi bir ziyaret için Taşkente geldi. Bu ziyarette Yunanlı Bakan, Özbekistan Dışişleri Bakanı Abdulaizi Komilov ile görüştü. Ardından Savunma Bakanı Hikmetulla Tursunov’la bir araya gelip iki devlet arasında Askeri İşbirliğini amaçlayan bir anlaşma imzaladılar. Yunan Savunma Bakanına, Yunanistanın Moskova Büyükelçisi, üç general ve epeyce kalabalık, yüksek seviyeli yetkililerden oluşan, bir heyet de refakat ediyordu. Şimdi düşünüyoruz, Özbekistan nerede, Yunanistan nerede ? İki devletin askeri işbirliği yapmakta olduğuna ilişkin bu haberi duyan her sağlam fikirli kişinin kafasında böyle soru işaretleri yer alacaktır! Bu soruya Cumhurbaşkanı Kerimov’un kendi cevabının ne olduğunu bir çok kişi biliyor. Onun cevabı, bizzat Kerimov tarafından, Yunanistan Hükumeti Delegasyonunun daha önceki Taşkent ziyaretlerinde, şöyle ifade olundu: “Öz atayurdunuza hoşgeldiniz! Bu yerlere bir zamanlar Aleksandr Makedonski gelip gitmişti!” Herkes de bilir ki bugüne kadar Özbekistana “Atayurdu” diyen tek Avrupa-Asyalı halk Türkiye Türkleridir. Bu halk ki Yunanlılarla son 25 yılda iki defa savaşın eşiğine gelmiş ve soğuk savaşı acımasız ölçülerde yürüten Yunanlılar tarafından da amansız düşman olarak görülegelmiştir. Yunanlı ve Türk, birbirinin yüzünü görmeğe tahammül edemeyen bu iki halk, nasıl olur da Özbekistan Cumhurbaşkanının bir lafı üzerine “Yurtdaş” oluverirler! Bu soruyu cevaplamak için Özbekistan liderinin son beşyıl içinde Türkiyeye ve Türklük gayelerine karşı izlediği siyasetini ve tutumuna şöyle bir bakmak kafidir: Herkesin malumudur ki 1994 yılından itibaren Özbekistan basınında yer alan “Özbekler Türk olmayıp sadece Türkce konuşan ayrı bir halktır” probagandası çok yoğun olarak, işlenmeğe başlandı. Hükumet erkanı, bir kaç akademi üyesiyle tarih profesörünü bu işde seferber etti. Cumhurbaikanının, Türklük gayelerine bu kadar ters yaklaşımı Özbekistanın dış politikasında da ağırlık kazanmağa başladı. Azeri-Ermeni savaşında Özbekistanın Ermenistanla ilişkileri son derece sıcak ve dostane olmuştu. Hatta o dönemlerdeki Ermeni Cumhurbaşkanı, TER PETROSYAN’ın Moskova Gazetelerinden birine verdiği demecte Kerimov’u “BDT Devlet Başkanları içinde en akıllısıdır!” diye övüyordu. Türk Halklarının 1996 yılında Kırgızistanın başkenti BİŞKEK’de gerçekleştirdiği kurultayda Kerimov, KKTC lideri Rauf Denktaş’ın bu konseye iştirakine karşı çıkmış ve “Eğer burada siyasi meseleler konuşulacaksa, biz hemen şimdi salonu terkedeceğiz” diye ültimatom koymustu. 1996 yıında Almanyaya yaptığı ziyaretteBundestag’da yaptığı konuşmada Kerimov şöyle diyordu: “Dedemiz Emir Timur Osmanlıyı yenerek Avrupayı Türklerden kurtardı” diyebilmistir. Kerimov’un bu tür iddia ve beyanlarından daha birçok örnek verebiliriz. Özbekistan Cumhurbaşkanının Türk düşmanlığı nereden kaynaklanıyor; bunun açıklamsıy kimseyi ilgilendirmiyor. Özbek halkını ilgilendiren tek şey bu fikirlerin Devlet Politikasına dönüşmesi ve milli tarihin yanlış ifade edilmesidir. Bir kişi kalkıp kendisinin Türk olmadığını söyleyebilir; bu, Özbek Halkının da Türk olmadığına delil teşkil etmez! Amma tekrar vurgulamamız gerekiyor ki, bu ifadeleri sarfeden ve buna uygun siyaset izleyen kişi maalesef Devlet Başkanıdır. Olayın nazik ve hazin tarafı da işte buradadır!

Maksud BEGCAN

1999

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: